AK Parti bunu çözerse karada ölüm yok - Ayasofya'nın intikamının peşindeler

İstanbul Sözleşmesi için tartışmalar devam ederken çirkin algı operasyonları yaparak bu konu üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti'ye saldıranlar da oldu. Aile kavramının hiçe sayıldığı maddeler ve tartışma yaratan konuyla ilgili yazarlar önemli detaylara değindi.

05 Ağustos 2020 Çarşamba 13:15
AK Parti bunu çözerse karada ölüm yok - Ayasofya'nın intikamının peşindeler

İstanbul Sözleşmesi'nde yer alan maddeler tartışılmaya devam ederken, Yenakit Yazarı A. İhsan Karahasanoğlu, Star Gazetesi Yazarları Halime Kökçe, Nuh Albayrak ve Sibel Eraslan bugünkü köşe yazılarında önemli anekdotları paylaşarak bilinmeyenleri gün yüzüne çıkardı.

 

( A. İhsan Karahasanoğlu / AK Parti bunu da çözerse, karada artık ölüm (haşa) yok, denizi de bilmem! )

Şu kısacık bir ay içinde neler oldu neler?AK Parti öncesinden beri dillendirdiğimiz, Erbakan Hoca’ya nasip olmayan, barolardaki tahakküm sistemine son verildi.. 

AK Parti’nin 18 yıllık iktidarında sürekli sopa gösteren sözde hukuk kurumu olan barolardaki gayrı adil seçim sistemine son verildi..

Dile kolay..

86 yıldır müze olarak kullanılan Ayasofya Camii ibadete açıldı..

Taa Adnan Menderes’lerden bu yana tartışılan, “Açtık, açıyoruz” diye gündeme gelip, sonra unutulan Ayasofya.. 

Yine son bir ay içindeki en önemli icraattan birisi olarak, Ayasofya ibadete açıldı..

Bitti mi?

Hayır..

Müjdeler ardı ardına geliyor..

Asgarisinden 6 yıldır büyük bir çıban olarak karşımızda duran..

Niçin “6 yıl” diyorum?

Çünkü  2014 yılındaki mahalli seçimler öncesinde sosyal medya üzerinden iftiranın bini bir para idi. AK Parti’ye kaybettirmek için, FETÖ’cülerin başını çektiği troller, akla hayale gelmeyen iftiralarla, kural tanımadan saldırıyorlardı..

Twitter için alınan erişimi engelleme kararının dosyası, “muhafazakar” diye tanıdığımız Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın insiyatifi ile binlerce dosya arasından çekilip alınmış ve iptal edilmişti..

Sosyal medya, o günden bu yana, çıban olmaya devam ediyordu ki..

Yine son bir ay içinde yapılan değişiklikler kapsamında, sosyal medyaya çekidüzen verecek kanun da TBMM’den geçti..

Özetleyecek olursak:

1) Baro seçim sistemi..

2) Ayasofya’nın açılması

3) Sosyal medya düzenlemesi..

Ve şimdi sırada..

İstanbul Sözleşmesi’ne ya çekidüzen verilmesi veyahut da geri çekilmemiz söz konusu..

Bu da gerçekleşecek olursa, rahmetli babamdan dinlediğim bir veciz sözü tekrarlayabiliriz....

Kısaca aktarayım..

Büyük dedem, dedem, amcalarımın vefat yaşları, hep 63’e denk geliyormuş.. İçlerinde birkaç istisnası var. 63’ü geçenler ise, kimisi 85’i deviriyor, kimisi 90’ı, kimisi 95’i..

Ama 63’ün altında vefat eden yok.. 63’ü geçip, 80’den önce vefat eden de yok..

Bu bilgiyi aktaran rahmetli amcam, “63’ü devirdik.. Bundan sonra karada ölüm (haşa) yok, denizi de bilmem” deyivermiş..

AK Parti de, bir aya sığdırdığı devasa bu ataklardan sonra..

Bir de İstanbul Sözleşmesi hakkındaki atacağı adım ile, bu icraatını taçlandırırsa..

AK Parti için artık, çok uzun ömürlü olacağını belirtmek için ve biraz da abartarak, “Karada ölüm (haşa) yok.. Denizi de bilmem” diyebiliriz..

Her ne kadar İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması yine AK Parti iktidarı dönemine denk geliyorsa da..

Hepimiz beşeriz, şaşarız..

Dalgınlığa gelebilir, oyuna düşme söz konusu olabilir..

Önemli olan hiç hata yapmamış olmaktan ziyade..

Hata yapmış olsanız bile, ondan vazgeçebilmektir.. Onu düzeltebilmektir..

İstanbul Sözleşmesi ile ilgili olarak da, AK Parti yakın zamanda gerekli adımı atacak olursa..

Bir ay içine sığdırdığı tarihi icraat silsilesine çok önemli bir halka daha eklemiş olacaktır..

Kolay değil, rakip partilerin hemen tamamının desteklediği bir sözleşmeye..

Tek başına karşı çıkarak..

Daha önemlisi, AK Parti’den ayrılanların bile destek verdiği bir sözleşmeye..

Sadece ve sadece, Türk aile yapısını bozma ihtimali sebebi ile gerekli gözden geçirmenin yapılması..

Gerçekten takdir edilecek bir adım olacaktır..

Ha, bu adım atılır atılmaz..

Feminist derneklerin, sol yapılanmaların insanları sokağa çıkartacağı ihtimaline de hazırlıklı olmalıyız..

Şimdilik sessiz kalmayı tercih eden kadın istismarcıları..

Kadın vücudu üzerinden medyada, iş dünyasında, reklamlarda yapılan her türlü istismarı sessizlikle karşılayıp, başka alanlarda kadın savunucusu gibi roller üstlenenler, tabii ki AK Parti’ye karşı yeni bir cephe açacaklardır..

İşte o gün, Karaman’ın koyunu ak mıdır, kara mıdır ortaya çıkacaktır..

Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkış açıklamalarında samimiyet var mıdır, yok mudur anlaşılacaktır..

Yapılması gereken, hatalı icraatı hatırlatmak..

Yöneticilerden adım atılacağı yönünde bir sinyal aldıktan sonra da..

Yapılacakları sükunetle  beklemektir.. 

Adım atılmazsa, yine söyleyeceklerimizi söyleriz..

Kimsenin malını, yangından kaçırıyor değiliz..

Sırtında yumurta küfesi olmayan muhalefetteki muhafazakarların bile, kem küm ederek yaklaştıkları.. Hatta bazı muhafazakarların da açık açık destek verdikleri bir sözleşmeyi, yeniden gözden geçirmek,  gerekirse çekince koymak, gerekirse imzamızı geri çekmeye kalkışmak, öyle her babayiğidin harcı değildir..

AK Parti bu işe soyundu ise..

Onun elini güçlendirmek bizim görevimizdir..

Onun ayağının değebileceği, önündeki, sağındaki, solundaki taşları temizlemek bizim görevimizdir..

“Toplumumuz eşcinsel evliliklere hazır değil” diyebilecek kadar ahlaksızlaşan belediye başkanlarının, muhafazakar insanlardan aldıkları oylarla oturduğu koltukları hatırlayıp..

AK Parti’nin.. 

Özellikle de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın atacağı adımlara destek vermek, bizim görevimizdir..

Bu sayede Ak Parti, başörtü yasağını kaldırma, katsayı zulmüne son verme ile ilgili attığı adımlardaki “muktedir olma” görüntüsünü tekrar göstermiş olacak, hatta yıllarca birçok alanda gösteremediği “muktedir olma” gücünü perçinlemiş olacaktır..

Tekrar çözüm önerilerimizi sıralayalım:

İstanbul Sözleşmesi’nden tümü ile çıkıp, kadına şiddeti önleyecek maddelerini içeren yeni bir sözleşmeyi bazı ülkelerle yapabiliriz. Ama zinhar, “cinsel yönelim” veya “cinsel tercih” gibi, eşcinselliği meşrulaştıracak hiçbir kavrama o sözleşmede yer verilmemelidir..

İstanbul Sözleşmesi’nin, “cinsel yönelim/tercih” gibi içeriklerine çekince koyarak, planlanan tezgahı gördüğümüzü, tüm dünyaya haykırabiliriz..

Maksadımız, kadına karşı şiddeti meşrulaştırmak değildir. Bunu birileri istese de yapamaz..

Maksadımız, eşcinselliğin meşrulaştırılmasına fırsat vermemektir.. 

Nokta..

( Halime Kökçe / Yeni ortak bölen: İstanbul Sözleşmesi )

Doğuştan sahip olunun kimlikler üzerinden ve karşıtlık temelli yürütülen hiçbir tartışma olumlu bir yöne evrilmiyor. Bilakis kimliksel farklılıkları derinleştiriyor, tarafları birbirini daha anlamaz kılıyor.

İstanbul Sözleşmesi üzerinden bir süredir yaşadığımız da böyle bir şey işte. Giderek ideolojiler üstü bir bölene dönüşmek üzere ve her nasılsa koca koca insanlar bu tartışma içine çekildikleri anda birden bire kabalaşıyor, beyefendilik yahut hanımefendilik buhar olup uçuyor.

Dahası İstanbul Sözleşmesi ile ilgili en ufak olumlu cümle, eşcinselliği desteklemek ve aileyi hedef almakla bir tutuluyor. Sözleşme ile ilgili eleştirel bir yaklaşım içinde olanlar ise en başta homofobik, sırasıyla kadına şiddeti onaylayan, çocuk tacizcilerini destekleyen kaba softa tipler olarak resmediliyor. Ve bu bir Müslüman prototipine dönüştürülüyor.

Ortada hem verili kimliklerin irrasyonel savunusunun yol açtığı yapısal bir sorun hem de trolizm çağında yaşıyor olmanın yol açtığı irtifa kaybı var.

Üzerine konuştuğumuz sözleşmeyi okumuş olmak tek başına görüşlerimizde isabet kaydetmek için yeterli olmasa da usul bakımından zorunluluk arzediyor. Bu yüzden metni okuduğumu söylemeliyim.

Hiçbir uluslararası sözleşme, oluşturulma amacına matuf bir işlev görüyor değil. Öyle olsa, kimse açlıktan ölmez, soykırımlar tarih olur, herkes insan onuruna yaraşır biçimde yaşama imkanına kavuşur, tüm çocuklar temiz su, yeterli beslenme ve eğitim imkanından eşit şekilde faydalanabilirdi. Ama yok öyle bir dünya.

Sözleşmeye dair çıkarımlarım şöyle;

Sözleşmenin kadına ve tüm dezavantajlılara karşı şiddeti önleme amacıyla imza edilmiş olmasına rağmen istatistiki bir azalmadan söz etmek ne yazık ki mümkün değil. Yani İstanbul Sözleşmesi’nin kadını yaşattığı falan yok. Sözleşmeden sonra kabul edilen kanun maddesi (6284) kadın cinayetlerini önlemek amacıyla uzaklaştırma gibi bazı tedbirleri ön görüyor. İtirazların önemli bir kısmı buna yönelik. Kadının beyanı esas alınıyor ve bu, erkeklerin mağdur edilmesine yol açıyor fikrindeler.

Evden uzaklaştırma tedbirde her zaman isabetli kaydedildiğini ben de düşünmüyorum. Ayrıca bu uygulamanın şiddeti ne kadar engellediği de meçhul. Hatta uzaklaştırma tedbiri bana kalırsa yeniden birleşme ihtimalini de zayıflatıyor. Ama işin ucunda can var. Bu durum, ahlaken, vicdanen ve dinen medet isteyene çare olmayı zorunlu kılıyor. Hülasa onu kaldırsak yerine başka bir tedbir ikame etmek zorundayız.

Gelelim sözleşmenin en çok tartışılan bölümüne. Sözleşmede “toplumsal cinsiyet, ırk, din, dil, cinsel yönelim...." gibi kıstaslar sayılıyor ve bu grupların sırf sahip oldukları bu özellikler yüzünden şiddete uğraması meşru görülemez ve hiçbir değer yargısı bu gruplara şiddet uygulanmasına mazeret gösterilemez diyor.

Herhalde buna kimsenin itirazı yoktur. Sözleşmeyi bütün kötülüklerin anası olarak görenler de emin olun eşcinsellerin sırf eşcinsel oldukları için şiddeti hakettiğini düşünüyor değiller. Ya da bir zamanlar toplumsal işlevi olan bir takım törelerin kalıntısı bazı uygulamalar dolayısıyla kadınlara ödetilen bedelleri kimse tasvip etmiyordur.

Fakat sözleşmenin sırf bu ibare üzerinden eşcinselliği meşrulaştıran uluslararası bağlayıcı olan belge gibi sunulması da aşırı abartılı bir tepki. Hatta bu tepkinin kendisi, LGBT lobisine epey hizmet etti bile diyebiliriz.

Bir de İstanbul Sözleşmesi bahane edilerek KADEM’e yönelik saldırılar var.

Algı şöyle; İstanbul Sözleşmesi eşcinselliği dayatıyor, sözleşmeyi KADEM yaptırdı, KADEM zaten Sorosçu…

KADEM sözleşme imza edildikten iki sene sonra kuruldu. Görebildiğim kadarıyla sözleşme konusunda ısrarcı bile değil. Bir kadın derneği olarak kadına yönelik şiddetin önlenmesi için lobi yapıyor, davalarda müdahil oluyor, hukuk hizmeti veriyor.

KADEM aile bütünlüğüne nasıl zarar veriyor? KADEM eşcinselliği nerede savunmuş? Bu soruların cevabı yok.

Ayrıca aile kurumunu, aile bütünlüğünü korumak kadın kadar erkeğin de vazifesi. Aile kurumunu en çok aşındıran şey, aile içindeki (fiziki ve psikolojik) şiddet.

Aileye ve kadınlık-erkeklik rollerine dair tartışmayı yumruklar sıkılı şekilde yaparsak netice alamayız.

Zira usul yanlış iken esası konuşmak işi büsbütün çıkmaza sokuyor. 

( Nuh Albayrak - Dikkat… İstanbul Sözleşmesi üzerinden Ayasofya'nın intikamı alınıyor )

Ayasofya Camii’nin açılması 86 yıllık hasretten çok daha derin bir anlam taşımaktadır. Bu aynı zamanda, “Neden şimdiye kadar açılmadı” sorusunun da cevabıdır. Haçlı dünyası “ara durak” olarak gördüğü “müze”den, “son adım” olan “kilise”ye geçme planları yaparken, “cami” ile karşılaşınca, “tekrar başa döndük” diye öfkelendi. Üstelik de “başa dönmek”ten, 86 yıl öncesini değil, 1453’ü kastediyorlardı.

Yani Ayasofya, içimizdeki “Açılmasın”cıların dediği gibi “iç meselemiz” falan değil, zorlu bir bağımsızlık göstergesidir. Yani ekonomisi İMF’ye, savunması ABD’ye bağlı bir Türkiye Ayasofya’yı asla açamazdı. Yoksa 1950’den bu yana on defa açılırdı.

Geç ama “muhteşem” açıldı. Bu süreçte çekingen; pısırık bir tutum değil, “Ne anlama geldiğini bilerek aldığımız bu kararı gümbür gümbür uyguluyoruz” demek olan; dik bir duruş sergilendi. “Sancak ve Kılıç” bir dekor olarak değil, “güçlü bir mesaj” için kullanıldı.

Bunlar sırf Batı’yı tahrik için yapılmadı. Bu hamle ile güneyimizde pişirilen bir Haçlı-Siyonist saldırıya mukabele edildi. ABD’nin gücüyle şımaran İsrail ile AB’den cesaret alan Yunanistan, doğalgaz boru hattından sonra 2 Temmuz’da da Türkiye’ye karşı “askerî ittifak” anlaşması imzalayacaktı. Ayasofya’nın da aynı tarihte görüşeceğinin açıklaması çok anlamlıydı.

Velhasıl, Ayasofya’nın açılış dönemi ve yöntemi, Türkiye’yi ekonomik, siyasî hatta askerî olarak kuşatmaya çalışan Haçlı-Siyonist İttifak’a bir meydan okumadır. Bu karar, Türkiye’nin son dönemde izlediği millî politikanın yeni bir adımıdır, devamı da beklenmelidir. Yani Ayasofya’nın açılışı, yeni istiklâl mücadelemizin önemli bir parçasıdır, arkasında durulmalıdır.

Oysa 86 yıl sonra gelen bu önemli adımın oluşturduğu “millî sinerji” 86 saat bile sürmedi. Açılmasını engelleyemeyenler sıradanlaştırmayı başardılar! Üstelik de bizim verdiğimiz “hatalı pasları” kullanarak…

Önce yersiz ve gereksiz olarak ağızlarına verilen Hilafet sakızını çiğnediler. Sonra da “İstanbul Sözleşmesi” tartışmasını tekrar alevlendirdiler.

Kadına şiddetin önlenmesine hiçbir katkısı olmayan bu metni adeta kutsallaştırarak, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olanları utanmadan; “kadına şiddet yanlısı” olarak sundular.

15 Temmuz’a bile ses çıkarmayan şirketler “İstanbul Sözleşmesi’ne destek” açıklaması için sıraya girdi. “Destekliyoruz” demeyen “kadın düşmanı” ilan edildi.

Aslında bunların, kadına şiddet ve tecavüz ile hiçbir derdi yoktu. Olsaydı, tecavüzcülere bir çift laf söylerlerdi. Oysa o ahlaksızlara tek kelime etmediler. “Şer ittifakı zedelenmesin” diye onursuzca sustular.

“DOST ATEŞİ” DAHA ÇOK TAHRİP EDİYOR

Neyse ki millet bunları tanıyor ve ne yapmak istediklerini iyi biliyor.

Ancak, son günlerde asıl tahribat kendi içimizden geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Nas değil ya; değiştiririz” açıklamasından sonra İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme süreci başlatıldığı halde, Kadem’in yaptığı bir açıklamayı “geri dönüş sinyali” olarak değerlendiren bazı yazarlarımız, eleştirilerini yeniden yoğunlaştırdılar. Kadına şiddetin çözümüne hiçbir katkısı olmayan İstanbul Sözleşmesi’nin; aile ocağına dinamit koyan, homoseksüellik gibi bir ahlaksızlığı aklayan bir Haçlı saldırısı olduğunu vurgulayan bu eleştiriler elbette haklıdır. Ancak “Bu hatadan dönüleceği” en yetkili ağızlardan tekrar tekrar teyit edildiği halde, bu eleştirilerin; bu kritik dönemde devam etmesi yapıcı değil, ayrıştırıcı bir etki doğurmaktadır.

Kendi aramızdaki bu gereksiz tartışma, sadece Ayasofya’nın intikamını almaya çalışanlara yaramaktadır. “Nas değil, değiştiririz” iradesi aynen devam ettiği halde, Erdoğan’ı yıpratma sonucu doğuran bu tutum, İstanbul Sözleşmesi’ni ölümüne savunan “Şer İttifakı” ile aynı hedefe ateş edilmesi anlamına gelmiyor mu? Bu ise Cumhuriyet döneminin en kritik istiklâl mücadelesini zaafa uğratmak olmuyor mu?

(Sibel Eraslan - İstanbul Sözleşmesi'nin hangi maddelerine niçin itiraz ediliyor? )

Geçen yazımızda İstanbul Sözleşmesine hakim ideolojik tavır üzerinde durmuştuk. Kadına yönelik şiddeti önleme amacını taşıdığı halde, şiddeti önlemenin çareleri ve tedbirleri yerine kendine has felsefe dayatması yapan sözleşmeye göre; insanların farklı cinslerde oluşunu kabul etmek, kalıplaşmış bir ön yargıdır ve şiddetin esas kaynağıdır. Farklı cinste olmak ne kadar törpülenirse, nötralize edilirse, yok edilirse, sözleşmeye göre şiddet azalacaktır.

Ama gördüğümüz gibi maalesef şiddet sözleşmeye rağmen azalmamaktadır. Bu sadece Türkiye’de böyle değildir. Bir mahkeme kararını incelerken rastladım (https://thecritic.co.uk/ratifying-the-istanbul-convention-wont-protect-british-woman) ; İngiltere’nin saygın hukukçularından Prof. Andrew Tettenborn de Sözleşmenin ne İngiltere’de ne de Avrupa’da şiddetle mücadele edemediğini, aslında böyle bir niyeti de hiç taşımadığını, kendi ideolojisini dayattığını, özellikle 14.md çerçevesinde, çocuk eğitiminde ebeveynleri dışarıda bırakarak, çocuklara biyolojik cinsiyet rollerinin kötü olduğunu öğreten bir eğitimi zorladığını ifade ediyordu. Hasılı kelam; çocuklarımıza göz dikmiş bir sözleşmeyle karşı karşıyayız.

Sözleşmenin itirazı alevlendiren maddelerine hep bilikte göz atacak olursak;

3.md: Burada geçen ‘’toplumsal cinsiyet’’ ve ‘’cinsel yönelim’’ ifadelerini zikredebiliriz. Toplumsal cinsiyet; toplumların kalıplaşmış bir şekilde insanları kadın veya erkek olarak ayırmasına dair getirilmiş feminist eleştirinin anahtar kavramlarındandır. Biyolojik cinsiyetin bir varsayım hatta şiddeti doğuran cahilane bir ön yargı olduğu bilgisini de taşıayn bu kavram, vicdanları rahatsız etmektedir. Keza cinsel yönelim veya cinsel tercih de insanları kaosa sürükleyen önerilerdir.

Avrupa Konseyi’nin yayımladığı İstanbul Sözleşmesi’nde ise,

3.md/2.fıkra: Aile içi şiddeti tarif ederken; ‘’ eski veya şimdiki eşler veya partnerler’’ ifadesini de kullanır. Partner, toplumsal aile yapımıza uymayan evlilik dışı ilişkide bulunulan kişidir ve bu erkek-erkeğe, kadın-kadına birliktelikler için de kullanılmaktadır. Bu fıkraya göre, hem aile şiddet mekanı olarak tanımlanmış, hem de aileden olmadığı halde ‘’partner’’ tanımı metne sokulmuştur.

12.md/1.fıkra: ‘’Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayalı ön yargıları, örf adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla, kadınlar ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gereken tedbirleri alır’’ şeklindedir. Sözleşmeye göre; kadın ve erkeğe has alışılagelmiş kimlikler, önyargı oluşturmaktadır. Yine sözleşmeye göre; örf, adet, gelenek bunu kuvvetlendirmektedir, bu yüzden tüm bu ön yargılar ortadan kaldırılmalıdır. Ortadan kaldırılması gereken ön yargı kapsamına, ne yazık ki kadın ve erkeği ‘’ferdiyyet’’ çerçevesinde farklı kimlikler olarak tanımlayan dini inancımız ve geleneklerimiz de girmektedir. Avrupa Konseyi İstabul Sözleşmesi’nde ise durum daha vahimdir, aynı maddede, ortadan kaldırmak yerine ‘’kökünün kazınması’’ ifadesi kullanılmıştır.

12.md/5.fıkra: ‘’Taraflar; kültür, örf-adet, gelenek, din veya sözde “namus” gibi kavramlar iş bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlar’ şeklindedir. Bu ifadeyle dini değerler ve toplumumuzun nazarında en yüksek değerlerden olan namus kavramı, değersizleştirilmekte, şiddetin dayanağı, gerekçesi gibi gösterilmektedir.

14.md/1 ve 2. fıkra: ‘’Taraflar gerektiğinde öğrencilerin gelişen kapasitesine uygun olarak kadın erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde şiddet içermeyen çatışma çözümleri, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara ilişkin öğretim malzemelerinin resmi müfredat içersine ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için gereken adımları atar’’ şeklindedir. Sözleşmeye göre ; resmi eğitimin dışında tüm eğitimler, spor, boş zaman ve kültür faaliyetleri de kalıplaşmış rol modelleriyle mücadele edecek biçimde yapılandırılacaktır.

Bu maddeler eşliğinde İstanbul Sözleşmesi aracılığıyla, cinsiyetsizlik, unisex, hem resmi eğitimin her safhasında, hem de sivil manada spor, kültür, eğitsel kol çalışması, boş zamanları değerlendirme faaliyetleri gibi hayatın her safhasını kend, ideolojik görüşüne göre şekillendirmeyi hedeflemektedir.

48.md: ‘’Taraflar iş bu sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete ilişkin arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki ve diğer tedbirleri alır’’ der. Sözleşmeye göre eşler arasında arabuluculuk, uzlaştırma, asla kabul edileyen, hatta yasaklanan bir konudur.

66.md’de bahsedilen üst denetim kurumu Grevio’nun ve sözleşmeye taraf Parlamentoların İzleme yetkisinin ayrıca ülke egemenlik hakkını ihlal eden yönü de kayda değerdir.  

Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner60

banner64

banner49

banner63