Ses sanatçısı, besteci ve eski siyasetçi olan Uğur Işılak, Haber7 Yayın Yönetmeni Osman Ateşli ve muhabir Gamze Türk’e konuştu. Kahve ve edebiyat tutkusu ile ilgili açıklamalarda bulunan Işılak, hayatının dönüm noktası olan o kazayı anlattı.
Batıyı da iyi bilen birisi olarak Avrupa’nın, Avrupalıların Türkiye’ye karşı tutumunu, duruşunu nasıl yorumluyorsunuz? Mesela bir İtalyan’a, Alman’a sorduğunuzda Türkiye hakkında ezberlediği bir çok eleştiri getiriyor ama Türkiye’ye bir kez geldiyse bu ülkeyi çok sevdiğini de anlatıyor.
Kesinlikle Batılıların bize karşı ön yargılı olduğunu düşünüyorum. Biz de kendimizi iyi tanıtamadık. Batı bizi evveliyatta büyük bir imparatorluk vesilesiyle tanıyordu. Günümüze bakacak olursak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı bizi ilk olarak 1960’larda başlayan göç dalgasıyla tanımaya başladı, Hollanda, Belçika, Fransa gibi ülkeler. Önce gelecek olanların profili hakkında hayaller kurdular, gelenlerle o kurdukları profilin aynı olmadığını gördüler sonrasında. Bundan dolayı hayal kırıklığına da uğradılar. Onlar, Türkiye’yi temsilen birilerinin geleceğini düşündüler. Türkiye büyük bir ülke, Osmanlı bakiyesi. İlk defa Türklerle karşılayan yabancı bir topluluk vardı Avrupa’da. Biz bu sınavı iyi veremedik. Eğri oturup doğru konuşacağız. Bu elli, elli beş yıllık mazimizde bu sınavı iyi veremedik. Biz Türkiye’yi tam temsil edemedik. Avrupa’ya kızalım, hakaret edelim, çifte standart uyguladıklarını söyleyelim eyvallah ama, biz bu sınavı ne kadar başarılı verdik? Elli yılda, orada Türkiye adına muhteşem bir millet portresi çizebildik mi? Çizemedik maalesef. Ne lisanımızla ne nezaketimizle çizebildik. Keşke en saygın milleti sorduğunuzda, herkes bir ağızdan Türkler diyebilseydi. Saygınlık, karşı tarafa saygı duyarak kazanılabilir. Onun örfüne, adetine, kültürüne saygı duyarak kazanılabilir. En ufak bir halel getirmeksiniz yaşamakla, dürüst olmakla, doğru olmakla saygınlık kazanılabilir. Biz bu sınavı veremedik. Almanya’da da Belçika, Hollanda’da da veremedik. Bizim insanımız birçok illegal hadiseye karıştı. Burada da sınavı veremedik. Aynı zamanda kendi adıma söylüyorum, Türkiye’yi temsil edemedik. Ama yeni jenerasyon daha iyi temsil ediyor diye düşünüyorum. Çünkü artık onlar da bilim ve sahasında varlar, çok güzel çocuklar yetişti Avrupa’da da. Bu da önümüzde yirmi otuz yıl boyunca farklı bir bakış açısının oluşmasına vesile olacaktır.
BİZ BU SINAVI VERMEDİK AMA BATI'NIN SUÇU NEDİR?
Biz elli altmış yıldır bu sınavı veremedik, biz suçluyuz. Peki Batı’nın suçu nedir? Bizi davet eden kim, Batı. Bizi çalıştıran kim, Batı. Karşılığını da verdi hakkımızı yemedi, bu da bir gerçek. Fakat bütün bunlarla beraber, elli yıldır Türkiye’ye AB’ye girin, girmek için de şu kriterleri yerine getirin diyen, yine Batı. Bütün kriterleri yerine getirmemize rağmen sudan sebeplerle bizi kapıda bekleten yine Batı. Batı’da çok önemli siyasetçilerden kabul edebileceğimiz bazı isimler bunun aslında mümkün olmayacağını itiraf da ettiler. Sırf Türklerin inancından dolayı, sırf İslam ülkesi diye AB’ye yakışmayacağını söylüyorlar. Peki, bekletmelerinin sebebi nedir o zaman? Diyorlar ki ne bize yâr ol ne de başkasına. Arada kal, diyor. Batı elli senedir bu oyunu oynuyor bize, biz seni almayacağız diyor. Oyalayarak da senin yolunu Doğu’ya ve Asya’ya çevirmeni engelliyoruz, diyor.
Batı dürüst değil. Kesinlikle dürüst değil. Bu yönlerinden, bu elli yıldır oyalama taktiğinden hiç hazzetmiyorum, çok rahatsız oluyorum ve özellikle bizim artık bunların vaatlerine de çok fazla itibar etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Türk siyasetçilerinin itibar etmemeleri gerekiyor. Çünkü elli yıl içerisinde Batı’dan en ufak samimi bir adım görmedik.
MİLLETE BİZ KUCAKLAŞACAĞIZ DEMEYECEKTİNİZ
Antalya’da bir işçinin aracında Dombra parçasını dinlediği için işten atıldığı şeklinde basına haber yansıdı. Bu tarz haberleri duyduğunuzda neler hissediyorsunuz?
Geçen gün gördüm. Hem gülmek geldi içimden hem ağlamak. Bir delikanlının işini kaybetmesine üzüldüm. Fakat bunların bu komik tavır ve taassuplarına da acıdım, yazık dedim. Çünkü siz hemen kucaklayacağız, toplumu kucaklamak için geliyoruz, ötekileştirmeye son diyeceksiniz, adil iş dağılımından, herhangi bir kadrolaşmanın olmayacağından, eşit muameleden bahsedeceksiniz hem de sabahtan akşama kadar bunları tekrarlayan bir siyasi olarak da ilk işiniz kendi fikrinizden olmayanları bir bir fişlemek ve bunları işten atmak olacak. Bu çok acı bir durum.
Aynısını maalesef İstanbul’da da gördük. Vatandaşlar bazen bizi gördüğünde yanımıza geliyorlar, birçok İSPARK görevlisi arkadaş yanıma geldi, arkadaşlarının işten çıkarıldığını söylediler. Neden diye sorduğumda, hiçbir sebebi yok sadece görüşünden dolayı cevabını alıyorum. Kime oy attığımızı biliyorlar, işten çıkarıyorlar, diyorlar. Tamam çıkarabilirler, kadrolaşabilirler. Her iktidar veyahut belediye kendi kadrosunu kurar. O zaman millete, biz ötekileştirmeyeceğiz, milletle kucaklaşacağız, demeyecektiniz. Madem kucaklaşmak istiyordunuz, kucaklaşma böyle olmaz. Bu tekmelemekten de beter, bıraktık kucaklaşmayı. Bari layık olmayanı alın görevden, ama sırf seni desteklemedi diye, sırf görüşü sana uymuyor diye bir insanı işten atmak ne adalete sığar ne de insanlığa sığar. Hoş bir şey değil. Tasvip edilecek bir şey değil.
HAYATIMI DEĞİŞTİREN KAZA
Hayatınızda dönüm noktası olarak tanımladığınız kırılmalar yaşadınız mı? Sizi en çok etkileyen olay varsa paylaşmak ister misiniz?
Çok var. Bir tanesi büyük bir trafik kazası geçirmiştim, altı tane omurum kırılmıştı bel ve sırt bölgesinde. İş yerini aramıştım, “Yarım saate geliyorum, ekmek aldım kahvaltı sofrasını kurun” dedim. Altı veya yedi hafta sonra gidebildim işe, hastanedeydim çünkü uzun bir süre. O kazadan sonra “hakkıyla inşallah demeyi” öğrendim. Manasına tam olarak ulaşmak mümkün değil ama inşallah demenin ne kadar önemli olduğunu o kazayla öğrendim diyeyim. O benim için bir dönüm noktası oldu. Hayatımda çok şey değişti ve belki bu kaza beni onlarca başka kazadan muhafaza etmiş oldu.
Mesela ben inşallah dediğim zaman, bütün azalarım inşallah der, dilim değil. O yüzden inşallahı her fırsatta söyleyen bir adam değilim. Kalbim, gönlüm, ayağım, kolum, beynim, aklım eşlik edecekse söylerim. Ama eşlik yoksa, ezbere söylemem kolay kolay. Mesela böyle bir değişimi yaşattı bana bu kaza.
BENİ REHABİLİTE EDEN ŞEYLER HOBİLERİM
Uğur Işılak’ın hiç bilinmeyen bir yönü var mı? Nasıl biridir? Arada kendi dünyasına kapanmayı sever mi? Arkadaşları ve dostlarının arasındayken nasıldır?
Fotoğrafçılık tutkum var, iyi bir ekipmanım da var. Bisiklet, motosiklet, silah tutkum var. Silahı yazmayabilirsiniz ama sonuç itibariyle kaçak silah değil (gülüyor). Bunlar başlıca tutkularım diyebilirim.
Son dönemde yavaş yavaş felsefi derinliğine de indiğim bir motosiklet tutkum var. Orkestra şefimiz geçen beni aradı ve garip hobilerim olduğunu söyledi. Nedenini sordum, “Fotoğrafçılık, bisiklet, silah, bir sürü tutkun var, şimdi de motosiklet başladı” dedi. “Benim durumumdaki bir adam böyle hobilere sahip olmazsa bundan daha fazlasını psikiyatristlere verir. Beni rehabilite eden şeyler, hobilerim.” şeklinde cevap verdim.
Ben bir insanın tek bir hobisi olmasına karşıyım bu yüzden. Birkaç tane olması lazım çünkü insan tek bir hobiden bıkar, sıkılır. Mesela müzik benim hem hobim hem mesleğim hem de bir kazanç kapım değil mi? İşim, mesleğim, hobim; ama hepsinden önemlisi misyonum. Bu işten hiç para kazanmasam, mesleğim olmasa, sırf davam adına bu işi yine de yaparım. Başka bir işle uğraşırsın ama bu işi paralelinde yine götürürsün. Fakat şu anda hem mesleğim hem işim hem de hobim olmuş. Tek başına hobi olması da kâfi değil. Bağlamayı arada elime alıyorum, beste yapıyorum, iş yapıyorsun sonuç itibariyle. Fakat insanın rehabilite olmak için farklı hobilere ihtiyacı var. Mesela, kahve de benim bir hobimdir. Türkiye’de sayılı üç kahveciden, üç kahve tiryakisinden biriyimdir. Kahve konusunda otuz yıllık deneyimim ve araştırmalarım var. Öğütme makinesinden kavurma makinesine, el yapımı İtalyan espresso makinesine kadar bugüne kadar onlarca makine eskitmişimdir ve hepsinin çalışma sistemini bilirim. Hangisinin hangi kalitede kahve yapacağını bilirim. Hangi öğütücünün bıçağının çok daha güzel öğüttüğünü, hangisinin kötü öğüttüğünü bakarak anlayabilirim, bilirim. O da bir hobidir. Günde on ila on beş fincan arası kahve içerim. Türk kahvesi de içerim, içinde Türk kahvesi ve espresso beraber de içerim. İki kahve içerim ya Türk kahvesidir ya da espressodur. İkisini de çok severim, yarı yarıya. Ama en çok yoğunlaştığım alan espresso, İtalyan usulü kahve yani. Bu işin bir kitapçığını yazabilecek kadar bilgiye sahibim. Kitap demek belki biraz abartı olur. İyi bir espresso yapmanın formülünü yazabilecek kadar iyi bilirim.
30 ml’lik bir espressonun süzülmesi süresi aşağı yukarı 25 saniyedir. Yani 30 ml’lik espressoyu 25 saniyede süzerseniz, gerçek aromasını verir. O 25 saniye boyunca ben espressoyu böyle izlerim. İzlemek beni rehabilite eder. Kreması, onun akışı... İtalyanlar ona “fare kuyruğu inceliğinde akmalı” derler. Kalından inceye doğru yani. Fare kuyruğu gibi ne kadar akıyor diye onu seyrederim, analiz ederim.
"ODAKLANMAYI KEDİDEN ÖĞRENDİM"
Bir Hak dostu diyor ki “Ben bir meseleye odaklanmayı bir kediden öğrendim.” Nasıl efendim, diye soruyorlar. “Bir gün kedinin biri, farenin birinin delikten girdiğini gördü. Oradan çıkacağını da biliyor. Kedi, saatlerce en ufak şekilde kımıldamadan o deliğin önünde bekledi. Saatlerce...” cevabını veriyor.
Konsantrasyon herhalde böyle bir şey olsa gerek. O da onunla rehabilite oluyor işte, sakinleşiyor, rahatlıyor. Bir şeye konsantre olmak, bir şeylerle hemhal olmak kişinin rahatlamasını sağlar. Meditasyon dediğimiz hadise bu değil mi? Dünyevi düşüncelerden arınmak. Zihni meşgul eden düşüncelerden arınmanın bir ismi de aslında meditasyon. Tasavvufta bunun adı rabıta, Uzak Doğu’da meditasyon diyelim. O gündelik düşüncelerden arınıyorsunuz, zihninizi çöplükten arındırıyorsunuz, onun yerine taze bir zihin inşa ediyorsunuz. Böylelikle daha güzel şeyler düşünmeye başlıyorsunuz. Meditasyonu yapmadan evvelki zihin meşguliyeti sizi güzel şeyler hayal etmekten alıkoyuyordu. Kafanızda var olan ve şahit olduğunuz kötü şeyleri boşaltmadan güzel şeyler düşünemezsiniz. Bu yüzden arınmanız lazım, arınmanız için de bir şeye konsantre olmanız lazım.
Dolayısıyla kahve, motosiklet, fotoğrafçılık gibi şeyler, bilinci meşgul eden şeylerden soyutlayan ve rehabilite eden müthiş meditasyonlar diyelim.
Motosiklet kimi için bir ihtiyaç, A noktasından B noktasına gitmek için. Mesela kuryeleri düşünün. Buna saygı duyuyorum. Meslek olduğu için de kullanılabilir, mesela yarışçılar. Bir başkası sırf seyahat etmek için kullanır. Mesela Avrupa’yı gezer. Benimki ise şöyle: Atalarım ata binmeyi neden seviyorsa, benim motor tutkum da üç aşağı beş yukarı aynı sebepten. Ata da bindim. Motosiklete çağ at, zamane atı diyorum ben. Motosiklete ve ata binme teknikleri hemen hemen aynıdır. Ata binenler bilir, ata bindiğinizde iki bacağınızla atı sıkıştırmanız lazım. Üzengiden ve ayaklarınızdan destek almalısınız. Bu şekilde atı istediğiniz yere yönlendirebilirsiniz. Aynı teknik motosiklet için geçerli. Tabii büyük motosikletler için geçerli, Scooterlara uygulayamazsınız bunu.
Bir de baktım ki teknikler çok benziyor. Gücünüz, zihniniz ve öngörünüz nispetince motoru iyi kullanırsınız. Öngörünüz yoksa, zihniniz berrak değilse, yeterli kas gücünüz yoksa hakikaten motor sürmek zulüm haline gelebilir. Motosiklet aynı zamanda bir spordur. Motor size zihinsel arınma yaşatır. Ben bunu yaşıyorum kendimde. Motosiklet üzerindeyken her an ölebilirsiniz, adrenalin için kâfidir bu. Bizim gibi ihtiyarların hayata dönmek için adrenaline ihtiyacı var. Bir defa her an ölme riski, aynı yamaç paraşütü gibi düşünün. Bu gibi spotlarda adrenalin çok yüksektir. Yüksek olduğu nispette de keyiflidir ve sizi genç tutar. Adrenalin geç tutar insanı ve ona gençliğini hatırlatır, geçmişe dönmesini sağlar. Ölümle burun burunasınız ya, o ana kadar fark etmediğiniz her şeyi fark edersiniz. Bütün güç ve enerjinizle motoru kullanırsınız. Çünkü en ufak bir hata affetmez, öldürür sizi. Ben yıllardan beri araç kullanıyorum, hiçbir bu kadar dikkat ettiğimi hatırlamam, dersiniz. Iskaladığım, meğer, ne de çok şey varmış, dersiniz. Motosiklet sayesinde dikkatin ne olduğunu anlarsınız. Bu da bir insan için çok önemli bir şeydir.
DİKKAT ETMEYİ BÖYLE ÖĞRENDİM
Ben dikkat etmeyi motosikletten sonra öğrendim. Şu anda birçok şeyi görebiliyorum ve her geçen gün dikkati öğrenmeye devam da ediyorum motosiklet sayesinde. Adrenalin ne büyük nimet olduğunu öğretiyor aynı zamanda. Geçenlerde gece 11 gibi, çok sıkıntılıydım ve içimde garip hisler vardı. Kendime gelemiyordum, böyle garip bir ruh hali. Aldım montumu kaskımı, bindim Sarıyer Hacıosman’dan, oradan Tarabya, Yeniköy, Ortaköy’e kadar... Bir yerde de güzel bir espresso içtim. Bir saat sonra eve geldim. Bambaşka bir adam geldi eve. Böyle bir şey işte. Bunu arabayla sağlayamıyorsunuz. Motosikletle adeta bütünleşiyorsunuz, arabayla bütünleşemezsiniz. O sizin bir parçanız haline geliyor. At gibi düşünün yani. Bir canlı gibi bakıyorsunuz motora. Motor böyle bir tutku haline gelebiliyor.
Çok güzel bir motorcu sözü vardır: Dört tekerlek adamın bedenini taşır, iki tekerlek ruhunu, derler. Eğer ruhunuzun seyahat etmesini sağlamak istiyorsanız, mutlaka motora binin. Ama bedeninizin seyahatini istiyorsanız otobüse, uçağa binin, fark etmez. Ama ruhun seyahati motorladır.
Çok kullandım, gençliğimden beri. Peyderpey, ara ara. Motora çok yabancılığım yoktu. Ama şu an profesyonel bir sürücüyüm, her türlü yola çıkabilirim, hiç sıkıntı yok. Bozuk yollara girmek doğru bir şey değil ama çeşitli arazilerde sürüyorum. Toprak yolda, arazide kullanabilirsiniz, çıkarsınız, tırmanırsınız sıkıntı yok.
Safari başka bir konu. Ona kros motor diyorlar. O ayrı bir dünya. Ama motor tecrübe edilmesi gereken bir şey.
Üç dört kişilik arkadaşlardan oluşan bir ekibimiz var. Çok kalabalık değiliz. Genelde daha mahrem dairede turlar yapıyoruz. Ama inşallah seneye Avrupa turu düşünüyorum motorla.
Mutfakla aranız nasıldır? En sevdiğiniz yemekler hangileridir?
Mutfakta iki şey yapabiliyorum; biri et, diğeri balık. İkisini de iyi yaparım. Annemden gördüğüm kadarıyla da irmik tatlısı yaparım. Ama asıl uzmanlığım et ve balıktır. Balıklardan da levreği, çipurayı ve lüferi çok severim, hepsini de güzel yaparım. Genelde evde yaptığım zaman fırın balığı yaparım. Yağda kızarmış balığı çok sevmem. Çok da sağlıklı bulmuyorum. Bunları iyi yaparım, her yiyen de beğenir. En azından öyle bir dönüş alıyorum, tiksinmezler en azından.
Eti çok iyi yaparım, kavurma, pirzola filan. Ondan da iyi kötü anlarım. Onun dışında çok fazla yemek yapmayı bilmem. Ben çok uzun süre yalnız yaşadığım için dışarılarda çok fazla gıda zehirlenmesi yaşadım. Zehirlendikten sonra bir ay kadar dışarıda yemek yiyemezdim. Mecbur evde yapıp yiyeceksin başka çaren yok. Bu durumlar zorladı yani beni evde yemek yapmaya.
Edebiyat Fakültesi ve edebiyat öğretmenliği okudunuz. Edebiyatla aranız nasıl? Size yön veren ya da gençlere ışık tutacağını düşündüğünüz başucu kitaplarını sayar mısınız?
Yakın tarihe yönelmek lazım. Peyami Safa ve Sabahattin Ali mesela. Sabahattin Ali sol tandanslı bir yazar ve şairdir. “Aldırma Gönül”ün şairi kendisi aynı zamanda. “Seni bu sesler oyalar, aldırma gönül, aldırma...” Sabahattin Ali’nin kitaplarını aldığım zaman müthiş bir Türkçe, müthiş bir ahenk hissediyorum. Peyami Safa, hakeza. Necip Fazıl’ın dili biraz daha ağırdır. Tiyatro eseri olarak “Bir Adam Yaratmak”, illaki bir roman okuyacaksanız “Aynadaki Yalan” mutlaka okunmalı. Peyami Safa’nın bütün kitapları okunmalı.
Dostoyevski, Tolstoy, mutlaka okunmalı. Haruki Murakami denen Japon bir yazar var. Bugünün ruhuna ve gencine çok iyi hitap eden bir roman yazarı. Mutlaka bütün eserleri okunmalı, hayal dünyanız gelişir.
Türkçenizi geliştirmek ve Türkçede birçok kelimeye vakıf olmak istiyorsanız ve aynı zamanda onları günlük kullanımda yaşatmak istiyorsanız, Türk klasiklerini okuma zorunluluğunuz var. Cemil Meriç, Nurettin Topçu... Cemil Meriç’in öyle bir özelliği vardır ki hangi kitabını alırsanız alın görürsünüz: Bir paragrafta bir olay anlatır, üç tane yazardan bahseder. Baudeleaire şöyle yapmış, benim şu yaklaşımım onun şu yaklaşımıyla denktir, der. Stendhal şunu şöyle şöyle yaparken, filanca yazar da böyle demiştir, yazar. Bir bakarsın, üç tane yazar çıkmıştır karşına. Bir de Cemil Meriç methediyor, beslendiği kaynak olarak işaret ediyor. Hemen gider o yazarların kitaplarını bulursun. Cemil Meriç’in o paragrafını anlamak için önce o yazarları anlamak lazım. Cemil Meriç’in böyle teşvik edici bir yanı vardır. Cemil Meriç okuyan onu sadece okumakla kalmaz, ona kaynak teşkil eden tüm kitapları anlamak ister aynı zamanda, Cemil Meriç’i anlamak için. Çok entelektüel bir adamdır. Cemil Meriç, bu ülkede mutlaka okunmalı. Anlamak için tabii kendisinin okudukları da okunmalı. Okuduklarını okumadan, Cemil Meriç’i anlayamayız.
Bunlar çok önemli isimler tabii, şu anda aklıma gelenler. Ne bulurlarsa okusun demeyeceğim. Otoritelerin kaliteli kabul ettiği ne varsa okumaları elzemdir bana kalırsa. Orhan Pamuk okunması gereken bir yazarımız mesela. Kendisini okuduğum zaman çok keyif alıyorum. Ahmet Ümit hakeza.
Şu bizim mahallenin yazarı, bu karşı mahallenin yazarı şeklinde bir sınıflandırma doğru değil. Bunlara hiç gerek yok. Adam yazının, konunun, hikâyenin hakkını vermiş mi; giriş, gelişme, sonuç güzel mi, gerçekleşmiş mi buna bakmak lazım. Türkçeyi iyi kullanıyor mu? Mesela, ben Dostoyevski’nin kitabını okuyorum diyor adam, okuyorsun ama hangi tercümeyi okuyorsun? İyi tercüme edilmiş mi? Ben bazen yabancı kitapları alıyorum, üçüncü sayfada bırakıyorum. Kötü bir Türkçe ile tercüme edildiği zaman tahammül edemiyorum. Bozuk bir Türkçe, ahenksiz bir kelime ve cümle kafasını okuyunca keyif alamıyorum. Cümleler ahenksiz, neredeyse mot a mot tercüme edilmiş, akmıyor. O tercümanın bir kitabını bir daha da alıp okumam. Alıp atıyorum kitabı. O kitap benim için bitmiştir çünkü dil lezzet vermelidir. Okuduğunuz kitabın dili lezzet vermiyorsa kaldırın atın. Dil lezzet verecek, su gibi akacak. Tercüme kitapların da mütercimleri önemli. Mütercimler güzel tercüme etmişlerse o kitap okunmalı, yazarına bakmaksızın. Çok sağlam bir yazarın kötü bir tercümesine çok rastladım.
Cengiz Aytmatov mutlaka okunmalı. Türk dünyasının yetiştirmiş olduğu en önemli hikayecilerden biridir. Geçenlerde tekrar okudum, “Toprak Ana”, müthiş bir kitap. Muhteşem metaforları var, müthiş bir anlatım var. Bir tarih var aynı zamanda. Sadece bir Cengiz Aytmatov romanı değildir. Bir hikâyenin veya olayın romanıdır.
Çok kitap var tabii, yüzlerce sayılabilir. Türkçeyi geliştirmek ve Türk gibi düşünmek istiyorsak Türk klasikleri okunmalı. Bununla sınırlı kalmayıp dünyayı tanımak adına mutlaka dünya klasiklerini okumalı ve güncel roman yazarlarını da mutlaka takip etmeli.
Her türlü okumanın taraftarıyım, dergi de mutlaka okunmalı. Dergi kültürü kaybolmamalı. Bizim arkadaşların çıkardığı edebiyat dergilerini, zaman bulduğum zaman a’dan z’ye kadar okuyorum. Çok da keyif alıyorum. Çünkü dergilerin de ayrı bir ahengi var. Dergi çıkaran gençleri desteklemek lazım. Belki en az iki üç dergiye abone olmak lazım çünkü o emekler zayi olmamalı. Çok özveriyle çalışan çocuklar var. Dergicilik zor iş. Halen şu çağda bir grup dergi çıkarıyorsa, onlar takdire şayandır. Genelde de gençler çıkarıyorlar.
PARİS'İN RUHUNU SEVERİM
Avrupa’da en çok etkileyen şehir, Paris’tir. Paris’in ruhunu severim. Özellikle Sen Nehri çevresini severim. Paris’in her yerini gezmeye kalksanız zaten Paris’ten soğuyarak dönersiniz. Paris'in sadece tarihi binalarını, Pantheon’u, Louvre Müzesi, Şanzelize’nin olduğu yerleri kastediyorum. Zaten o bölgeyi tamamen bitirmek için bir gün tamamen yürüyerek gezmeniz lazım.
Amsterdam’ı severim, çok farklı bir şehir yapısı var. Çok farklı mimarlar yetişmiştir Hollanda’da. Van Gogh başta olmak üzere, çok önemli ressamlar yetişmiştir Hollanda’da aynı zamanda. Hollanda’nın özel estetik bir tarafı vardır. Amsterdam da bu yönüyle hem müzeleriyle hem şehir yapısıyla farklı bir yerdir, orayı da severim.
Viyana muhteşem bir yerdir. Atalarımın o kapılara neden dayandığını Viyana’yı gezince anlıyorum. Tuna Nehri apayrı bir ahenktir, şehre bambaşka bir boyut katar. Viyana tarihi yapılarıyla, şehirleşmesiyle birçok Avrupa şehrinden farkını gösterir. Zamanında zaten Habsburg Krallığı idi. Habsburg’un saraylarını Viyana’da görmek mümkün. Orası da güzel.
İlk olarak aklıma bunlar geliyor, Paris, Amsterdam ve Viyana. Görülmeye değer ve gidildiği zaman bir kez daha gidilebilecek yerler.
DADALOĞLU'NU OYNAMAK İSTERDİM
Tarihi bir dizide yer almak ister misiniz? Ve böyle bir proje gelirse, hangi rolü oynamak istersiniz?
Dizi teklifi geldi ama kabul etmedim.
Dadaloğlu’nu oynamak isterdim belki, biraz eşkıyalık var ya ruhunda. Köroğlu’nu da vakti zamanında Cüneyt Arkın oynamıştı, oradan bir aşinalık var. Oynamazdım da oyuncu olsam Dadaloğlu’nu oynamak isterdim. Muhteşem bir senaryoyla, Dadaloğlu’nun filminin veya dizisinin de çekilmesini isterim Türkiye'de, benim oynamamam kaydıyla.
Çünkü oyunculuk ayrı bir saha. O da çok ciddi deneyim gerektiren bir şey. Çalışmak ve uğraşmak lazım. Yılları vermek lazım. Tiyatro geçmişi olması lazım. Yani bütün bunlar olmadan oyuncu olmak zor. Vakti zamanında herkes oynadı, ben de oynarım ama nasıl bir oyunculuk olur, orası tartışılır. Yüzüme diyebilir ama kimse arkamdan, “olmuş” demez. “Çok güzel olmuş Uğur kardeşim, kırk yıllık dizi oyuncularına taş çıkartırsın.” diyebilirler ama arkadan hiçbir otorite bunu demez. Ben de kendime demem çünkü o işin uzmanı değilim. Çırağı olmadığın bir işin ustası olmaya kalkmayacaksın.
Sosyal medyayı etkin kullanıyorsunuz? Bu mecraları kullanırken nelere dikkat ediyorsunuz?
Sosyal medyayı şöyle kullanıyoruz: Facebook’a tamamen arkadaşlarım bakıyor. Twitter’ı ve Instagram’ı bizzat kendim kullanıyorum. Youtube kanalını da arkadaşlarımız yönetiyor. Youtube kanalını da aktif olarak kullanıyoruz. Mesela yeni bir beste ve güfte yaptığımda kayda alıyoruz, Youtube kanalına yüklüyoruz. Bu şekilde ciddi bir kitleye ulaşıyoruz. Sadece sosyal medya üzerinden bütün Türkiye’ye meramımızı anlatıyoruz. Sosyal medyada veyahut başka bir yerde bulunduğumuz söylemin bir parçasını da Facebook’ta veriyoruz. Anadolu’da bir yerde yürürken adamın biri çıkıyor karşıma, “Yahu o video ne kadar da güzeldi.” diyor. Enteresan bir şey... Televizyonda denk gelmez, ama burada denk geliyor. Kâh Whatsapp’te paylaşılıyor kâh Youtube’dan paylaşılıyor. Kâh Facebook’tan kâh Twitter’dan... Böylelikle hedef kitlesine ulaşıyor. Sosyal medya bu açıdan bir nimet. Maddi olarak size bir kazanç sağlamıyor fakat bizim için manevi olarak çok getirisi var. En azından meramınızı ulaşması gereken yere ulaştırıyorsunuz. Bu açıdan çok önemli.
Sosyal medya kullanıcılarına tavsiyem olsun bu da: Sosyal medyada çok şey söylemek, çok şey söylemek değil. Çünkü bir yerden sonra bıkkınlık veriyor. Az söylemek, söylenmesi gereni söylemek ve ondan sonra çekilmek... Gündemden kaybolmamak için sürekli bir şeyler yazan insanların sosyal medyada etkisi azalıyor. Benim de gözlemlediğim bu. Buradan hem siyasetçilere hem de sosyal medyayı aktif olarak kullananlara sesleniyorum: Kayda değer olmayan şeyleri sosyal medyada gündem haline getirmek doğru bir şey değil, kimse okumuyor, hiçbir etkisi de olmuyor.
Loading...