GÖZLERİNİ kırpıştırarak konuşuyordu. Kemal Tahir'in metinlerinde rastladığımız bir "Köse kâtip” vardı. Tıpkı onu andırıyordu. Çenesinde dikkat edilse sayılabilecek kadar sayıda kıl vardı ancak. Gözleri içine çekilmiş gibiydi. Alnında uzun ve kıvrımlı çizgiler bir damar kalınlığındaydı. Teni güneşten yanıp kavrulmuştu. Dudakları kavlamış gibi duruyordu. Ellerine biraz daha alıcı gözle baktığımda teni rengine dönmüş tırnaklarıyla nasırları dikkatimi çekmişti.

Toprakla çalışanı tanırım. Bağ, bahçe ve bostan görmüş eller her nerede olursa olsun ben buradayım der. Bizim pamuk parmaklarımıza hiç benzemez. Bir nevi hayatın hafızasını taşır içinde. Babamın ellerini hatırlattığı için hüzünlendiğimden söylediklerine evvela kulak kabartamadım. Ama muhabbetin derin olduğu da her halinden belliydi. Daha fazla bigâne kalamadım tabi.

ÇİFTÇİLİK yapmış. Ömrü toprakla haşır neşir olarak geçmiş. Tahminimde yanılmamıştım.

Topraktan bahsediyordu ama bu kadar detaylı ve yine bu kadar heyecanlı olarak toprakla ilgili ne anlatılabileceğini merak ettim. İşin ilginç yanı çevre başına toplanan gençler belki de toprakla hiç yakından temas etmemişlerdi.

Peki, bu kadar merakla dinlemelerinin sebebi neydi? Aklıma takılan ana soru bu olmuştu.

“Normal bir toprak şu bileşenlerden oluşur çocuklar” diyerek bir tarif yaptı. Buna göre toprak yüzde elli katı kısımdan oluşurmuş. Bunun yüzde beşi organik maddeler diğer yüzde kırk beşi inorganik maddelermiş. Geriye kalan yüzde ellinin yirmi beşlik oranı havadan diğer diğer yirmi beşlik kısmı ise sudan müteşekkilmiş.

Normalde sıkılırım bu tarz oran içeren anlatımlardan ama bu kişide sanki bunların ötesinde bir şey vardı. Bir de İstanbul’un manevi çekim merkezlerinden Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesinin karşısındaki o meşhur ağacın altında anlatılacak daha başka şeyler olması gerekmez miydi?

KÖSE DAYI şeklinde hitap ettikleri bu kişi çiftçi olmaktan ziyade toprak üzerine ihtisas yapmış bir mühendis olmalıydı. Çevresindekiler ise bu alanda eğitim gören öğrenciler…

“Toprağın katı kısmını çakıl, kum, kil, mil ve tuz oluşturduğunu ve katı maddelerin arasında kalan boşluklara da su ve havanın yerleştiğini, topraktaki hava miktarının suyun varlığına bağlı olduğunu” aktardı. “Bu muhabbette bana göre bir şey çıkmayacak herhalde” düşüncesiyle tam ayrılmak üzereydim ki, “Çocuklar, normal toprak olmakla yetinmeyin. Nadir toprak elementlerinden biri olmaya çalışın” cümlesi kulağıma ulaştığında anında dön geri yaptım.

MEĞER bunlar giriş mahiyetindeki temellendirmelermiş. Esas konu “Nadir toprak elementleri” imiş.

Ancak dile getirdiği husus şu günlerde haberlerde sıkça okuduğumuz mevzulardan hayli uzaktaydı.

O, başka bir şeyden bahsediyordu.

İnsanın ana cevherinden söz ediyordu.

Toza toprağa bulanmış özümüze dikkat çekiyordu. Fıtrata vurgu yapıyor ve bunun açığa çıkarılmasından dem vuruyordu.

HER birimizin bir ism-i hası olduğunu irfan ehli söylüyor. Öz bir cevherimiz mevcut yani.

Bu dünyaya geliş amacımıza uygun aşikâr etmemiz lazım gelen yeteneklerimiz söz konusu. Bunları belirginleştirip geliştirerek kendilik bilincine ulaşmalı ve hayatın anlamını kavrayarak buna uygun üretimlerde bulunmalıymışız.

Yani kendi yaratılış toprağımızda her birimize mahsus olarak bulunan bu nadir elementi bulmak ve işlemek bizim vazifemizdi.

İstenen buydu. Peki, bu nasıl mümkün hâle gelecek?

Vahyin asıl olduğunu bilerek…

O asla kendimizi bağlayarak…

O aslın temel prensiplerini elde ederek…

Derin okumalar yaparak, anlama çabalarına girişerek, tefekkür derinliği elde ederek bunları ortaya çıkarabiliriz ancak.

Kısacası kendi öz cevherimizle buluşarak…

YALANLA dolanla olmaz elbette…

Hasetle fesatla ulaşılamaz tabi ki…

Mürailik kaldırmaz bu mesele. Riyaya geçit vermez. Kibre müsaade etmez. Tembelliği hoş görmez. Konfor alanları oluşturtmaz. Temelsiz hülyalara kapı aralamaz.

MESELE ağır nadir toprak elementleri olarak bilinen itriyum, evropiyum, gadolinyum, terbiyum, disprosyum, holmiyum, erbium, tulyum, iterbiyum ve lutesyumu bilmekle bitmiyor.

Ruhumuzun nadir elementlerini keşfetmemiz gerekiyor.

Gönlümüzün derunundaki duyguları çözümlememiz icap ediyor.

Aklımızın muhakeme gücünü vahiyle besleyerek çirkinliklerden hayatımızı temizlememiz lazım geliyor.

İşte o zaman bize mahsus nadir toprak elementimizi bularak gerçek üretimlere ulaşacağız.

Huzur tüteceğiz.

Mutluluklara kulaç atacağız.

Kendimizle barışacağız. İkirciklikleri, açmazları, çelişkileri geride bırakacağız.

Mümkün mü, evet mümkün.

Köse dayıyı dinledikten sonra bunun olabileceğine bir kere daha yürekten inandım.

Ya Selam!