Spor, insanlık tarihinin en kadim ortak dillerinden biridir. Irk, dil, din ya da kültür farkı gözetmeksizin insanları bir araya getirir. Ancak günümüzde sporun özündeki kardeşlik ve dostluk ruhu, ticari çıkarlar, şike olayları ve kumar bağlantılarıyla gölgelenmeye başlamıştır.
Gerçek sporun temelinde dostluk, disiplin, saygı ve insanlık onuru vardır. Antik Olimpiyatlar’da bile sporun amacı sadece kazanmak değil, bireyin kendi sınırlarını aşması, rakibine saygı duyması ve toplumun birlik duygusunu pekiştirmesiydi. Ancak modern dünyada rekabetin doğasında bulunan “galip gelme hırsı” giderek etik çizgilerin önüne geçiyor. Bu durum sporun özünü tehdit eden bir yozlaşmayı da beraberinde getiriyor.
Spor, bir mücadele alanıdır ama düşmanlık alanı değildir. Rekabetin amacı karşı tarafı ezmek değil, hem bireysel hem de toplumsal gelişimi teşvik etmektir. Fair play (centilmenlik) kavramı, bu nedenle sporda sadece bir kural değil, bir ahlak ilkesidir. Rakibine saygı duymak, hakemin kararına itiraz etmeden kabullenmek, kazanırken tevazu göstermek ve kaybederken de onurlu durmak, sporun kardeşlik temellerini ayakta tutar.
Ne var ki, son yıllarda sporun ticari yapısı büyüdükçe bu değerlere gölge düşüren unsurlar da artmıştır. Şike, yani sportif sonucun manipüle edilmesi, sadece bir kural ihlali değil, sporun ruhuna ihanettir. Bir müsabakanın sonucunu parayla belirlemek, milyonlarca gencin inandığı “emeğin, azmin ve dürüst mücadelenin” anlamını ortadan kaldırır. Şike, sadece bir kulübü değil, tüm spor camiasını kirletir.
Bununla birlikte, spor ve kumar ilişkisinin normalleştirilmesi de aynı ölçüde tehlikelidir. Sporun temelinde fiziksel mücadele, strateji ve dayanışma varken; kumarın temelinde rastlantı, bağımlılık ve maddi kazanç hırsı vardır. Bu iki alanın mantığı birbirinden tamamen farklıdır. Spor, insanı güçlendirir; kumar, insanı tüketir. Buna rağmen dijital çağın getirdiği online bahis platformları, spor müsabakalarını birer “kazan-kaybet oyunu” haline getirerek sporun ahlaki yapısını zedelemektedir.
Oysa tarihimizde spor, kardeşliğin ve adaletin sembolü olarak görülmüştür. Osmanlı döneminde düzenlenen okçuluk, güreş, cirit ve at yarışları gibi spor karşılaşmaları, sadece fiziksel güç gösterileri değil, aynı zamanda ahlaki olgunluğun sahnesiydi. Osmanlı toplumunda sporcunun kazandığı zafer kadar, ahlaklı davranışı, rakibine saygısı ve gösterdiği tevazu da ödüllendirilirdi.
Örneğin, Edirne Sarayiçi’nde yapılan Kırkpınar Yağlı Güreşleri, sadece bir müsabaka değil, bir “erdem sınavı” olarak görülürdü. Pehlivanlar güreş öncesinde birbirlerine “selam” vererek başlar, müsabaka sonunda kazanan yenileni kaldırır, seyirci her iki tarafı da alkışlardı. Bu gelenek, sporda kardeşlik ruhunun ne kadar köklü bir geçmişe sahip olduğunu gösterir.
Benzer şekilde, Okmeydanı’nda yapılan okçuluk yarışlarında her atıcı, rakibini yenmeye değil, kendi nişanını daha doğru vurmaya çalışırdı. Osmanlı padişahları dahi bu yarışmalarda centilmenlik kurallarına harfiyen uyar, sporun onurunu korumayı devlet terbiyesinin bir parçası sayardı.
Sporu yeniden kardeşliğin, dostluğun ve insanlık onurunun alanı haline getirmek için öncelikle etik eğitimin ve spor kültürünün güçlendirilmesi gerekir. Antrenörler, yöneticiler ve sporcular, genç nesillere kazanmaktan çok doğru oynamayı, birlikte başarmayı ve paylaşmayı öğretmelidir. Çünkü bir sporcu rakibini yendiğinde değil, onu alkışlayabildiğinde büyür.
Spor, sadece bir yarışma değil, insan olmanın estetik ifadesidir. Tüm spor dalları, aslında ortak bir mesaj taşır: Birlikte ter dök, adil oyna, kardeşçe yaşa. Bu anlayış yeniden hâkim kılındığında, şike ve kumar gibi yozlaşmaların spor dünyasında yeri kalmayacaktır.
Gerçek spor, para ve şöhretle değil, insanlık değeriyle ölçülür. O yüzden hatırlamak gerekir:
Sporun kazananı kardeşliktir, en büyük kupası ise barıştır.